Son dönemde dikkat çeken diziler arasında ön sıradan yer kapmış olan The Blacklist, özenli senaryosu rolünün hakkını veren kadrosu ve bilindik klasik casusluk filmlerine nazaran konuya barklı açıdan bakan yapısı ile diğer dizilerin arasından sıyrılmayı başarıyor. İlk etapta klişe gibi görünen konu insanı kendisine hapsetmeyi başarıyor. Kıvamında tutulan aksiyon sahneleri, konuyu yerle bir etmeden izleyiciyi monotonluktan kurtarıyor.
Kısaca karakterleri tanıyacak olursak,

Raymond Reddington (Red) FBI merkezine son derece rahat tavırlar içinde girer, FBI başkan yardımcısıyla görüşmek istediğini söyler ve dizlerinin üstüne çökerek ellerini ensesinde birleştirip teslim olur. Gözaltına alındıktan sonra ukala ve kendinden emin bir tavırla “Ben FBI’ın en çok aradığı dördüncü kişiyim. Elimde bir liste var. Bu listede adını sanını hiç duymadığınız suçlular var. Ama bildiklerinizden çok daha tehlikeliler, yakalanmaları ve yok edilmeleri de çok güç. Şimdi size bu listedekilerden birini yakalatacağım, karşılığında da ben ne istersem yapacaksınız…“
Bu noktada ilk istek gelir: Elizabeth Keen
Megan Boone'un canlandırdığı Elizabeth Keen, FBI'ın çaylak ama geleceği parlak bir ajanıdır. Mutlu ve sakin bir hayat içerisinde yakışıklı ve sevecen sınıf öğretmeni kocasıyla evliliğini sürdüren Elizabeth Keen, hayatına Red'in girmesiyle tüm düzenini, mutluluğunu, inancını kaybedip kendisini bilinmez ve ucu bucağı olmayan soru ve sorunların içinde buluyor.
Her bölümünde karalisteden birisini yakalatan Red, dokunulmazlığı, şaşalı bir yaşamı kazandığı gibi birde içten içten kendi işlerini FBI'ya yaptırma konusunda çok becerikli.
Klişeye yakın bir yapıyla başlayan diziyi farklı bir açısıyla sunan ekip ilk sezonun birinci çeyreğinden sonra her bölümde değişen konuya süreklilik kazandırmak adına Red'in geçmişini kurcalamaya başlıyor. Böylelikle hem kendisine bizi bağlıyor hemde 2.sezonu garantilemiş oluyor.
0 yorum:
Yorum Gönder